Hukuk ve siyaset

UCM faaliyete geçtiği 2002 yılından bu yana 67 adet tutuklama emri vermiş, yargılananların hepsi ise kendi hükümetleri veya sığındıkları ülkelerin hükümetleri tarafından mahkemeye teslim edilmiştir. Şimdiye kadar görülen davaların hepsi Afrika ülkeleriyle ilgilidir. Bu nedenle Afrika’lı bir çok yorumcu UCM’ni Batının tekelinde olan bir örgüt olarak görmekteler. Son olarak UCM Savcısı İngiliz uyruklu Karim Khan, Myanmar Cuntasının lideri General Min Aung Hlaing aleyhine bir dava açarak tutuklama emri çıkartılmasını talep etmiştir. Böyle bir karar çıksa dahi uygulama ihtimali Myanmar’da rejim değişikliği olmadıkça pek görünmemektedir.

Uluslararası Ceza Mahkemesinin (UCM) 21 Kasım tarihinde İsrail Başbakanı Netanyahu ile eski Savunma Bakanı Gallant için savaş suçları işledikleri gerekçesiyle yayınladığı tutuklama emirleri ülkemizde epey heyecan yarattı. Mahkemenin hala hayatta olup olmadığı kesinlikle bilinmeyen Hamas komutanlarından Muhammet Deif için aynı zamanda yayınladığı tutuklama emri aynı dikkate mazhar olmadı.

İktidar da tutuklama emrinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.  Kimisine göre Netanyahu’nun artık seyahat etmesi mümkün değildi. Hatta uçağıyla mesela ABD’ne giderken bir Avrupa ülkesinin hava sahasından geçerken inişe mecbur edilip tevkif edilerek karga tulumba Lahey’deki mahkemeye teslim edileceği rüyasını ifade edenler de oldu.

Avrupa ülkelerinin tepkisi daha ölçülü oldu diyebiliriz.  Fransa hükümeti UCM kararlarını uygulama zorunda olduğunu beyan etmekle beraber, İsrail’in UCM’ni kuran Roma Statüsüne taraf olmadığına da dikkat çekmişti.  Gerçekten de devletler hukukunda bir ülkenin taraf olmadığı bir uluslararası anlaşmanın hükümleriyle bağlı olmadığı ilkesi esastır. Örneğin, ülkemiz nerede ise bütün dünyanın taraf olduğu BM Deniz Hukuku Sözleşmesini hiçbir zaman imzalamadığı için koyduğu kurallarla bağlı olmadığını Ege ve Doğu Akdeniz ihtilafları çerçevesinde sık sık dile getirmektedir. Dolayısıyla Fransa’nın açıklaması bence Netanyahu’ya yönelik tutuklama kararını uygulamayacağı anlamına gelmekteydi.  Almanya ve Hollanda da benzer ihtiyatlı görüşler beyan etmişler, başta ABD olmak üzere bazı başka ülkeler ise kararı tamamen reddetmişlerdi.

Aslında Netanyahu’nun uçağının indirilmesi gibi korsanlık alanına girecek zecri yollar kenara bırakılırsa bir Avrupa ülkesine gittiğinde tutuklanması pratikte bana bir hayli zor gözükmektedir.  Netanyahu’nun herhangi bir ülkeye Kara Cuma indirimlerinden yararlanmak için alışverişe gitmeyeceğine göre, ancak ilgili hükümetin daveti üzerine gidecektir.  Bu davet de resmi bir ziyaret, arabuluculuk gayretleri çerçevesinde düzenlenecek temaslar gibi nedenlerle gerçekleşebilir.   Herhangi bir Avrupa ülkesine gitmesi halinde tabiatıyla Netanyahu tutuklanmayacağına ilişkin teminat isteyecek, onu davet edecek ülke de haliyle bu teminatı verecektir. Gideceği ülkede bir mahkemenin UCM kararına uyarak tutuklama emri vermesi mümkündür.  Ancak uluslararası hukukla ilgili bir davada o mahkeme herhalde ilgili hükümetin görüşünü isteyecektir. Örneğin Fransa’ya gidecek olsa Fransız hükümeti yaptığı açıklama çerçevesinde Roma Statüsüne İsrail taraf olmadığına göre UCM kararının uygulanamayacağını yerel mahkemeye bildirmesi beklenebilir.  Gerçi Fransız hükümetinin tutumu ülke içinde ve dışında bir hayli tartışmalara yol açmış, bazı hukukçular hükümetin açıklamasının hukuka aykırı olduğunu iddia etmişlerdir.

Her hal ve karda Netanyahu’nun bu durumu test etmesi kısa vadede beklenmemelidir.  Bence onu esas olarak düşündürecek olan tutuklanma tehlikesi değil, gideceği ülkelerde karşılaşacağı aleyhte sokak gösterileridir.  Onlara muhatap olmak istemeyeceği açıktır.  Zaten yıllardır hiçbir Avrupa ülkesine gitmemiş olması belki de kısmen bu nedenledir. Bir barış müzakeresi ortamı dışında da hiçbir Avrupa ülkesinin onu davet etmek istemeyeceği de açıktır.  Gerçi Lübnan’daki ateşkes müzakereleri sırasında bu müzakerelere katılan Cumhurbaşkanı Macron’un Netanyahu’yu telefonla aradığı açıklanmıştı.  Bu dahi Batılı muhatapları tarafından aforoz edilmediğinin işareti sayılmalıdır.  Ateşkes tutar, Lübnan barışa kavuşursa Netanyahu’nun imajının düzelmesi de ihtimal dahilindedir.

Ancak hukuk ile siyaset çakıştığında siyasetin galip geldiğinin yine UCM kararları çerçevesinde başka örneği de var. UCM 2009 yılında o zamanki Sudan diktatörü Ömer El-Beşir aleyhine yine savaş suçları iddiasıyla tutuklama emri çıkarmıştı.  Bu karara o zamanlar ülkemiz de dahil İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi üyesi bir çok ülke karşı çıkmış, hatta Afrika Birliği kararı ırkçı olarak tanımlamıştı.  El-Beşir Roma Statüsüne taraf olan Güney Afrika’ya gittiğinde bir mahkeme tutuklama emri çıkarmış, ancak hükümet bunu uygulamamıştı.  El-Beşir bir darbe ile devrilinceye kadar Roma Statüsüne taraf olan ve olmayan ülkemiz dahil bir çok ülkeye resmi ziyaretlerde bulunmuştu. El-Beşir 2019 yılında bir darbe ile devrildiğinde yerine geçenler onu UCM’ye teslim edeceklerini açıklamışlar, ancak bunu hiçbir zaman yapmamışlardır.

UCM faaliyete geçtiği 2002 yılından bu yana 67 adet tutuklama emri vermiş, yargılananların hepsi ise kendi hükümetleri veya sığındıkları ülkelerin hükümetleri tarafından mahkemeye teslim edilmiştir.  Şimdiye kadar görülen davaların hepsi Afrika ülkeleriyle ilgilidir.  Bu nedenle Afrika’lı bir çok yorumcu UCM’ni Batının tekelinde olan bir örgüt olarak görmekteler. Son olarak UCM Savcısı İngiliz uyruklu Karim Khan, Myanmar Cuntasının lideri General Min Aung Hlaing aleyhine bir dava açarak tutuklama emri çıkartılmasını talep etmiştir.  Böyle bir karar çıksa dahi uygulama ihtimali Myanmar’da rejim değişikliği olmadıkça pek görünmemektedir.   

Ülkemizin Roma Statüsüne taraf olmadığı malum.  El-Beşir 2017 İslam İşbirliği Teşkilatının İstanbul’da yapılan toplantısına katılmış, dışarıdan gelen protestolara kulak tıkanmıştır. Daha yakın bir dönemde 2023 yılında yine UCM’nin tutuklama emrine muhatap olan Rus diktatörü Putin ile en yüksek düzeyde temaslar devam etmekte, kendisi ziyaret edilmekte, sık sık telefon görüşmeleri düzenlenmekte, hatta ülkemize ısrarla davet edilmektedir.  Putin’in bu daveti yıllardan beri kabul etmediği malum.  Ancak gelmemesinin nedeni anlaşıldığı kadar tevkif edilme endişesi değil, güvenliğinin sağlanamaması korkusudur.  Kendisi de ülke dışında adam öldürtmekten pek çekinmeyen Putin’in gittiği yerlere askeri koruma zırhı ile gitmek istediği iddia edilmektedir.  Hatta bir ülkeye gittiği zaman kendi savaş uçaklarının refakatinde gitmeyi adet haline getirmiş.  Bu da tabii seyahat imkanlarını büyük ölçüde kısıtlamaktadır. Türkiye’ye gelecek olsa Rus savaş uçaklarının refakatinde uçması, sokaklarda üniformalı Rus askerleri tarafından korunması herhalde iktidarımızın da kabul edemeyebileceği bir şeydir. Kaldı ki Putin herhalde bu şartları kabul eden ve Roma Statüsüne taraf olan Moğolistan’a Eylül ayında bir ikili ziyaret için gittiğinde tevkif edilip Lahey’e gönderilme endişesi yaşamadı.  Moğolistan’ın onu tevkif etmemesi Batıda protestolara yol açmış, ancak bu protestolar herhangi bir sonuç doğurmamıştır.

Hukukun siyasete yenik düştüğünü bize daha yakın örneklerde görüyoruz.  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bizimle ilgili   kararlarının önemli bir bölümüne Anayasanın amir hükmüne rağmen ülkemizin uymadığı bilinmektedir.  Ancak Avrupa Konseyinin bu sürekli ihlaller karşısında pek bir şey yapmadığı da belli.  Bu da Konseyin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini sürekli olarak ihlal eden ülkemizi ihraç etme yoluna gittiği takdirde hukuksuzluğun iyice çığırından çıkacağı ve bundan en büyük zararı görecek olanın ise Türk halkı olacağı görüşünden hareket ettiğini tahmin etmek zor değil.

Dolayısıyla hukukun uygulanması en azından devletler arasındaki ilişkilere bakıldığında iyi niyete bağlı olduğu söylenebilir. AB gibi hükümetler üstü bir hüviyete sahip istisnai kurumlar kenara bırakılırsa, mahkeme kararlarının uygulanmasını zorunlu hale getirecek bir mekanizma dünyada mevcut değil.  Bir ülke ayak sürmekte ısrar ederse onu zorlayacak bir yöntem pek mevcut değil.  İyi niyet esastır.  Nitekim rahmetli Özal’a Avrupa’ya yanaşma teşebbüsleri çerçevesinde 1987 yılında Türk vatandaşlarının AİHM’e ferdi müracaat hakkını tanıma kararını niye aldığı sorulduğunda amacının bu yoldan Türk mahkemelerini “terbiye” etmek olduğunu söylemişti.  İktidarın amacı mahkemelerimizi Avrupa insan hakları standartlarına uymaya zorlamaktı.  Hatta sonraki dönemlerde verdikleri kararlar Anayasaya göre bir çeşit üst mahkeme rolünü gören AİHM’den geri döndüğünde ilgili hakimlerin para cezasına çarptırıldığı AKP iktidarının ilk yıllarında vaki olmuştu. Bu dönem tabii fazla uzun sürmedi.  O devirlerden bir hayli uzaklaştığımız ne yazık ki ortada.

Tabii hukukun siyasete yenik düştüğünün tek örnekleri ülkemizde ve civarımızda değil. Trump ABD tarihinde hüküm giydikten sonra ve cezasını çekmeden başkan adayı olan ve seçilen ilk ABD başkanıdır.  Aleyhine açılan bir çok dava şimdi teker teker düşmektedir. Hatta hüküm giydikten sonra hapis yatıp süresi dolmadan ilk döneminde affettiği dünürü Charles Kushner’i Paris Büyükelçisi olarak atayacağını açıkladığını, Fransız hükümeti ile medyasının da bundan çok rahatsız olduğunu geçtiğimiz günlerde gördük. Ancak Büyükelçinin atanmasına Fransız hükümetinin karşı çıkacağını sanmıyorum.  Bununla birlikte Kushner’in Paris’te çok rahat bir şekilde görev yapacağını söylemek mümkün değil.

Anlaşılan Trump’tan geri kalmak istemeyen mevcut Başkan Biden ise gider ayak kendi oğlunu işlediği iki suçtan mahkeme süreci bitmeden affetmiş ve bu suçlardan yeniden yargılanmasının yolunu kesmiştir.  Üstelik oğlu yargılanmaya başladığında Biden yargıya müdahale etmeyeceğine dair verdiği sözü bu şekilde tutmaz olmuştur. Tabii bu olay Trump’u davalarından dolayı eleştiren ve kendi başkanlarının ondan farklı davranmadığını gören Demokratları epeyce rahatsız etmiştir.

Her iki olay şiddetli tepkilere yol açmış ancak bu tepkilerin arkasının gelmeyeceği de açıktır.  Hem Trump hem Biden açılan davaların siyasi amaçlı olduğunu davranışları için gerekçe olarak ortaya atmıştır. Dolayısıyla hukuk ile siyasetin birbirine karıştıklarında genelde siyasetin galip geldiğini hem uluslararası ilişkilerde hem de iç siyasette maalesef çok görüyoruz.  Ülkemiz de ne yazık ki  bundan muaf değil.

- Advertisment -